Zoraki Diplomat Eser Özeti | Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Zoraki Diplomat Eser Özeti | Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Yazar :Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Konusu
Yakup Kadri’nin, Zoraki Diplomat ile yazdıkları, hayatının önemli bir bölümünü teşkil eden elçilik görevleri ile bu görevler öncesindeki hayatının kimi yerde çelişmesi kimi yerde mukayesesinin kendine has üslubuyla ifade edilmesidir. Bu nedenle diplomatlık günlerinden önceki yaşantısını, kitabının birçok yerinde kâh anekdotlarla kâh geçmişe gidiş gelişlerle bağlantı kurarak işlemiştir.
Eserin Kahramanları
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mustafa Kemal Atatürk ,Hitler ,Tevfik Fikret
Yakup Kadri önce Tiran elçiliği (1934) yapar. Bunu Prag (1935), La Haye (1939), Bern (1942) izler. Tahran elçiliğinden (1949-1951) sonra tekrar Bern’e (1951) atanır. Bu görevde 3 yıl bulunduktan sonra emekli olur. Elçilik göreviyle yurt dışında bulunduğu dönemde daha çok monografi (Atatürk) ve anılarını Zoraki Diplomat ve Anamın Kitabı ile kaleme alır.
Yazar, Zoraki Diplomat ile 20 yıllık diplomatlık görevleri esmasında, bulunduğu ülkelerin o dönemdeki sıcak gelişmelerini, gerek diplomatik temaslarında gerekse kişisel gözlem ve ilişkilerinde tespit ettiği olaylarla iç içe dillendirerek aktarır. Böyle bir tarzı seçmesinin sebebini, yazdıklarının sıkıcı bir kronoloji arşivi olmasını istememesi olarak ifade eder.
Kitabında, yer yer diplomatların kendilerine has dünyalarını alaycı bir dille eleştirirken, etrafında olup bitenlere karşı sahip oldukları gamsızlığı şiddetle eleştirir.
Avrupa’nın hasta adam olarak gördüğü Osmanlı Devleti’nin yıkıntıları arasından bir özgürlük ateşi ile birlikte ortaya çıkan yeni Türkiye, yüzyıllardır, nice emek ve kuvvet sarfıyla, nice hilelere başvurularak Türk Milleti aleyhine kurulmuş olan devletlerarası bir komployu sona erdirmişti.
O zaman, gerek dışarıdaki, gerek içerideki diplomatlar, bu kıssadan lazım gelen hisseyi çıkaramamışlar, Avrupa diplomasisinin kutuplarından biri Lord Curzon, Lozan Konferansında İsmet Paşa’ya şöyle bir ihtarda bulunmuştu : ‘’Kapitülasyonları kaldırmak istiyorsunuz; fakat hiç düşünmüyorsunuz ki, adli ve mali teminatsız bir Türkiye’ye tek santim yabancı sermayesi girmez. O vakit haliniz nice olur ?’’
O sıralarda, böyle düşünenler yalnız İngiliz Lord’larından ibaret değildi. Babı-Ali döküntüsü bir alay Türk diplomatıyla devlet adamlarının fikri de bu merkezde idi. İmtiyazlı yabancı bankaların tefeciliğinden ve Düyunu Umumiye’nin kontrolünden kopup sıyrılmış bir Türkiye, yıllarca süren harplerden, ihtilallerden arta kalmış harap ve perişan bir memleketti. Halkı açtı, çıplaktı ve imdadına yetişebilecek bütün kaynaklar kurumuştu.
Avrupalı diplomatlara, eski yarı sömürge imparatorluğun paytahtı, İstanbul, işte bunun içindir ki, uzun müddet, yeni devletin derme çatma hükümet merkezi Ankara’dan daha muhkem görünmüş ve her biri, Beyoğlu’ndaki saraylarının penceresinden, karşı yakanın tepeleri ötesinde geçen hadiselere bir komedya seyreder gibi gülümseyerek bakıp durmuştu. Onlara göre, Ankara bu komedyanın hemen çökmeğe mahkûm salaştan bir sanosu idi ve Büyük Millet Meclisi çöl ortasında bir parlamento kadar manasızdı.
Diplomatların içlerinde, yeni iktidar müesseselerini yakından gidip görenler bunu hiçe saymaktan kurtulamıyor; hatta daha kötümser bir intibaa kapılıyordu. Böylece zamanlar geçmişti. Hiçbiri, o derme çatma devlet dekorunun ardında şuuru uyanmış, iradesi şahlanmış bir millet bulunduğunu görememişti.
Diplomatlar, daima babadan kalma his ve kanaatlerinin esiriydiler. Kötü bildiklerini hep kötü görmeye devam ettikleri gibi, iyi bellediklerine de herhangi bir kötülüğü kondurmak ellerinden gelmezdi.
Mesela, onlara göre, Türkiye ne yapsa batmaya mahkumdur ama herhangi bir Hıristiyan Avrupa ülkesi haritadan silinemez. Zira bunun kültürü vardır, medeniyeti vardır veya ekonomik seviyesi yüksektir.
Nitekim 1938’de Çekler, Prag’daki elçilere, hatta Alman elçisine dayanıklı bir millet olarak görünüyordu ve bir Alman saldırısı karşısında mutlaka silaha sarılacaklardı. Öyle ya, harp endüstrisi o kadar ileri, ordusu o kadar teçhizatlı, zengin, medeni bir Avrupalı millet, nasıl olurdu da, kanının son damlasına kadar çarpışmadan, Asya’nın herhangi bir geri halk camiası gibi esirlik zincirine sessizce boyun uzatabilirdi? Batı diplomasisi, buna asla ihtimal vermiyordu.
İkinci Dünya Harbi patlayıp, nice irili ufaklı zengin ve medeni milletler, birbiri ardı sıra sömürge haline girerken de Batılı diplomatlar, hala, nasıl olur? nasıl oldu? demekte ve bu hadiseleri hesaba kitaba sığmaz birer katastrof telakki etmekte idiler. Hitler, zaferlerinin çoğunu, her şeyden önce, karşı taraf siyasetine hakim olan bu zihniyet ve bu ruh hali sayesinde kazanmıştır. Günün birinde Moskof emperyalistliği de aynı zihniyetten, aynı ruh halinden faydalanarak dünyanın geri kalan parçasını yutmak imkanı bulabilirdi.
Diğer taraftan yazar, diplomatik kariyeri boyunca görevlendirildiği her elçilikte kendisini büyük bir konağın kâhyalığını yapan bir kapıkulundan farklı görmemiştir. Çünkü daha ilk gününden itibaren zamanının dörtte üçünü hep bu elçiliklerin idare masraflarını kontrol etmekle ve sarf evraklarını imzalamakla harcamıştır.
Yakup Kadri’ye göre, hemen bütün devlet memurlarının yarı ömrü bu gibi kırtasiyeci angaryalar içinde geçer, ama hiç değilse ömürlerinin diğer yarısı kendilerinindir ve ailesiyle birlikte yaşayabilir. Hâlbuki bir elçi için bu kadarcık bir serbestlik veya nefes alma imkânı bile yoktur. Devletin malı olan resmi bir binada, geceki gündüzlü resmi ve kırtasiyeci bir hayat sürmek zorundadır. Kullandığı tüm eşya demirbaş olarak onlara emanettir ve herhangi bir ziyana uğramamaları için üstlerine titremek gerekir. Hele bir de kendisi gibi sorumluluk duygusu titizlik derecesine çıkmış bir elçinin hali hiç de iyi değildir.
Bundan başka, elçilik binalarının tamire muhtaç yerleri olur. Ya tavanları akmakta, ya kaloriferleri yanmamakta, ya da duvar sıvaları dökülmektedir. Elçi durumu Bakanlığa bildirir, sayfalarca yazı, keşifler hazırlar, telaşlı telgraflar çeker ama haftalarca cevap alamaz. Bir cevap gelse bile yüzde seksen menfidir. Zamanında küçük bir parayla onarılacak bir yer daha sonra çok daha fazla masraflara yol açabilecek duruma gelecektir. Hatta görev yaptığı Tahran Elçilik binasının çökme tehlikesi İran makamlarının şikâyetlerine neden olmuştur.
İyi bir diplomat, ziyaretlerde, lokmalar birbiri ardınca boğazına dizilirken, sağıyla soluyla, karşısıyla nefes almadan konuşması lazım gelen bir adamdır. Bu adam, kâh sağına dönüp oldukça çirkin bir bayana güzelliğinden, kâh soluna dönüp pek fena giyinmiş diğer bir bayana zarifliğinden ve kazara ev sahibinin yanına düşmüşse yediği yemeklerin nefisliğinden bahsedecek, tam o esnada karşısındaki zat ona bir şey sorduğunda kulağını tetikte tutup hemen bir cevap yetiştirecektir. Hem öylesine bir cevap ki, mutlaka bir bilmeceyi andırması ve ne evet ne de hayır manasına gelmemesi icap eder. Zira diplomatik bir toplulukta gerçeği söylemekten daha ağır nadanlık olamaz. Herhangi bir olay ya da mesele hakkında tam bir kanaat sahibi görünmek ise kabalığın ta kendisidir.
Zaten, elçi cenaplarının şahsi bir kanaat taşıması kendi hükümetince de pek makbul sayılmaz. Böyleleri, ergeç, ya merkeze alınmak, ya sesinin işitilemeyeceği kadar uzak bir yere gönderilmek, ya da sadece azil edilmek suretiyle ortadan kaybolur.
Çekirdekten yetişme diplomat, kendinden evvelki üstatların döküp geleceklere miras bıraktığı müşahede ve mütalaa klişelerine göre siyasi hadiseleri görür ve bu hadiselerin geçen yüzyılda nasıl meydana gelmiş, ne gibi gelişmeleri takip etmiş ve ne neticeler doğurmuşsa, bu yüzyılda da aynısının gerçekleşeceğine inanır. Ona göre bunun aksi tarzda düşünmek, yani her hadiseyi tek başına alıp tahlil ve tefsire kalkışmak ya siyasi tarihi okumamış cahillerin ya da diplomatik görenekten mahrum fantezistlerin işidir.
Bu nedenle, kariyerden yetişmemiş elçiler, gerek kordiplomatik çevrelerinde, gerek temsil ettikleri hükümetin Dış İşleri Bakanlığında daima bir üvey kardeş veya sığıntı bir akraba muamelesi görürler. Bunların sözleri, çok defa bıyık altından gülümsenerek dinlenir, tavır ve hareketlerine hayretle bakılır, gönderdikleri raporlar eğer okunursa şüphe ve tereddütle okunur.
Yakup Kadri, diplomatların ne polemik ne de propaganda ajanları olmadığını, bir diplomatın tek vazifesinin devletler arasındaki anlaşmazlıkları pazarlık ve uzlaşma yoluyla kaldırma olarak ifade eder.
Yazarın uzun kariyeri boyunca, memlekete geldiğinde görevli bulunduğu ülkenin durumuna ilişkin olarak, Bakanlığın yüksek çevrelerinde kendisinden bilgi isteyen olmamıştır. Zira kendisi, edebiyattan, gazetecilikten ve politikadan gelme bir adamdı, diplomasiden anlamazdı, söyleyecekleri ya bir his, ya bir hayal eseri veya şahsi fikirlere dayalı birtakım hükümler olabilirdi.
Nitekim 1940 yılının Mayıs ayında, Hollanda, Belçika ve Fransa’nın birbiri ardı sıra yıkılıp çöküşlerinin en yakın şahidi olduktan ve haftalarca Nazi zorbalığının cevrini çektikten sonra, Berlin’in zafer çanları çalarken Almanya üzerinden yurda döndüğünde, müttefikimiz İngiltere’nin yenilmeyeceği konusundaki inancını dile getiren Yakup Kadri’yi sadece İsmet İnönü ve Refik Saydam ciddiye almışlardı.
Yakup Kadri’ye göre; Avrupa’nın burnu dibindeki kurulan Arnavutluk Krallığı, iç idareyi keyfiliğe, zorbalığa; dış politikayı ecnebi köleliğine bağlayan bir hükümet sistemini, Yıldız Sarayı ile Babı-Ali’den bulup çıkarmıştı. Üstünde hüküm sürdüğü halkın fukara çocukları kendilerine can ve gönülden yapılmak istenen ihsanı ellerinin tersiyle iterken bu devlet, bir avucunu Doğu komşusuna, öbür avucunu Batı komşusuna açarak durmadan para dilenmek zilletini Osmanlı’dan öğrenmişti. Milletin tortusu, bir vakitler Osmanlı’da olduğu gibi, burada da suyun yüzüne çıkmış bulunuyordu. Asıl cevher, yurdun halis evlatları, o, yürekleri, beyaz mintanları kadar lekesiz köylüler; o elleri, yüzleri tertemiz altınbaşlı çocuklar, gene bir vakitler bizde olduğu gibi, bu bulanık köpüğün altında görülmez hale girmişti.
Arnavutluk Kralı Zog, her şeye rağmen, memleketinin ölçülerine göre bir ‘nizam’ adamı idi. Arnavutluk’un istiklalinden beri sürüp giden anarşi devrini kapatmış; bunu, az çok hukuki ve meşruti temeller üstüne oturtmuş; mektepler açmış ve bunların hepsinden daha zorlu bir işi başarmıştı : ‘Asayiş’.
Ancak, diğer taraftan Abdülhamit sarayının eski silahşörlerinden bir Arnavut mebusu Yakup Kadri’ye: ‘’Bizim aramızda satılık olmayan tek kişi yoktur. Kimimiz Sırp uşağıyız, kimimiz İtalyan kölesi. Hangi taraf fazla verirse oraya kapılanırız. Ama müzayede dönemi bitti artık. Şimdi, kralımızdan candarma çavuşuna kadar hepimiz ‘makarnacıların’ emrindeyiz. ‘’ diyebiliyordu.
Yazara göre Tiran, kendisinin bulunduğu sırada, milletler arası politikanın en elverişli ‘‘rasathanesiydi’’. Arnavutluk ülkesinin değişik sosyal katmanları ile ilişkilerini Osmanlı tarihinin gerçekleri ile birlikte değerlendiren Yakup Kadri, bu ülkedeki Osmanlı etkilerinin ve tarihi bağların farklı kutuplardaki yorumlarına ait çarpıcı saptamalar yapar.
Yakup Kadri, yabancı sıfatıyla da olsa, bir memleket halkının felaketini yakından ve içinden görmenin verdiği hislerle, bu halka karşı bir nevi dostluk ve akrabalık hisseder. Bu duyguları, daha sonra, Çekoslovakya ve Hollanda’da da yaşar.
Yazarın Prag’a gittiği tarihlerde Küçük Antlaşma denilen Orta Avrupa savunma sisteminde ilk ‘’kriz’’ işaretleri, ilk çatlaklar belirmeğe başlamıştır. Buna karşı henüz üç yaşına basan Nazi Almanyası ise gittikçe gürbüzleşmekte ve gelişmekte idi. Küçük Antlaşmanın başlıca dayanağı Yugoslavya, çoktan, bu taze kudretin cazibesine kapılmış; gizliden gizliye onunla flört etme fırsatını kollar gibidir. Özellikle Hitler’in çok iyi hazırlanmış propaganda faaliyetleri Yugoslavya ve Çekoslovakya üzerinde etkili olabiliyordu.
Diplomatlar, Çekoslovakya’nın içerisinde bulunduğu tarihi ve politik bağların havasına kendilerine öyle bir kaptırmışlardır ki, Almanya’nın bu ülkeye saldırmasını imkânsız görüyorlardı. Çek Hükümeti, Alman azınlığın kültürel imtiyazlarını, eski Osmanlıların bile aklına sığmayacak kadar genişletmişlerdi.
Hitler, o zamanların ölçülerine göre, dahi, belki çılgının biriydi. Lakin her nasılsa, Çekoslovakya’nın içyüzünü nice akıllılardan daha iyi görüyordu ve bütün harp potansiyelinin S saatinde bir şeye yaramayacağını biliyordu. Zira bunların arkasındaki milletin birlikten ve savaş şevkinden ne kadar mahrum olduğunu anlamıştı. Beşinci kol, ülkenin her tarafına çoktan dal budak sarmıştı. Prag’da nice güzel yüzlü, babacan ve hovarda görünümlü Alman tüccar, bavullarının dibinde para ve hesap defterleri yerine askeri üniformalarını gizliyorlardı.
Yakup kadri Karaosmanoğlu, diplomatlığındaki zoraki kelimesini, bu işe isteksiz girip benimsemesi olarak açıklar. Yirmi yıllık diplomatlık kariyeri boyunca dünyayı, hep o alemin ötesinden ve bu şartların dışından görmeğe çalıştığını ifade eder.
Bu anlayış içerisinde, kitabının son bölümünde, dünyanın sosyal, politik ve ekonomik analizlerini çeşitli eksenler etrafında yapan Yakup Kadri, İkinci Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında yapılan antlaşmaları ve paylaşımları, hep yüksek diplomasinin devlet ve siyaset adamlarına ve zaferin kahramanlarına akıl hocalığının korkunç ve kanlı neticeleri olarak değerlendirir.
Yakup Kadri’ye göre işin en facialı tarafı, bu acı tecrübelerden sonra bütün gerçek barış yolcularına hala aynı sakat metotlarla aynı zihniyetin rehberlik etmesidir.